EFSANE OLMANIN TEK BİR YOLU YOKTUR
- hasancangokkir
- Jan 19, 2023
- 18 min read
Updated: Jan 22, 2023
Avrupa’nın güneyinde Iber kardeşleri olarak anılan İspanya ve Portekiz’in yıllar içinde gelişen köklü bir ilişkisi olduğunu herkes bilir. Savaşların, politik manevraların, hem karadaki hem denizdeki mücadelenin eksik olmadığı bu 2 ülkenin pek çok alanda rekabet içinde olması ise çok doğaldır. Fakat savaşların olmadığı, daha barışçıl yaşanan bu modern dönemde iki ülke arasındaki rekabetin en alevli olduğu yerlerin futbol sahaları olduğu söylense de bana kalırsa bu iki ülke arasındaki en yoğun rekabet futbol sahasının birkaç metre yanında, takımlarını yönlendirmek için direktifler veren teknik direktörler arasında. Portekizli Jose Mourinho ve İspanyol Pep Guardiola yakın tarihte en iyi teknik direktörler arasında gösterilen iki isim ve şanslıyız ki futbol tanrıları bu iki ismin karşı karşıya geldiği maçları gösterme konusunda oldukça cömert davrandı. Ben de kim daha iyi veya daha büyük tartışmasına girmeden bu iki futbol dehasının birlikte yazdığı hikayeyi aktaracağım.
Bu rekabeti yazmak için biraz (10-12 yıl kadar) geç kaldığımı düşünebilir veya futbola yeni yeni ilgi duymaya başladıysanız Pep ve Jose arasındaki rekabetten bihaber olabilirsiniz. Bu yüzden öncelikle neden bu 2’liyi seçtiğimden biraz bahsetmek isterim. Futbol tarihi sayısız saha içi rekabete şahitlik etmiştir. Öte yandan ayağından çok ağzı çalışan, büyük bir görsel şölen vaat edip sahada karşılığını veremeyen atışmaların örneğini bulmak da çok zor değil. Ama hem sahada sürekli yeni bir sihir yaratıp milyonları ekran başına çeken hem de saha dışında zihni sinir akıl oyunlarıyla bizlere ince ama derin bir keyif veren rekabet örneği ise kolay kolay bulunmayacak özel bir sentezdir. İşte bu senteze sahip az sayıdaki seçkin rekabet yıllar içinde kendi özel sınıfını yaratmıştır. Bana kalırsa José Mário dos Santos Mourinho Félix & Josep Guardiola Sala’nın hikayesi bu sınıfta yer alan en müstesna rekabet örneğidir.
Fizikteki En Temel Kanunlardan Biri: Zıt Kutuplar Birbirini Çeker
Jose Mourinho ve Pep Guardiola yıllar boyunca her zaman bir mıknatısın ayrı kutupları olarak lanse edilmiştir. Guardiola tezse, Mourinho antitezdir... Guardiola okullu, Mourinho alaylıdır... Guardiola iyi oyunla kazanırken Mourinho kötü oyunla kazanır...
Belki de bu kadar zıt kutuplar olduğu için futbol tanrıları her fırsatta bu ikilinin yolunu kesiştirmiştir. Üstelik henüz ne onların ne de dünyanın bu zıt kutupluk müessesinden haberi varken yapmaya başlamıştır bunu.
Jose ve Pep’in ilk buluşması 1996 yılında gerçekleştirmiştir. O zamanlar Pep Barselona takımında futbol hayatını sürdürürken Jose de o dönemin Barselona teknik direktörü olan Sir Bobby Robson’ın çevirmenliğini yapmaktadır. Mourinho sonra kısa bir süre içinde terfi alarak önce Sir Robson’ın sonra da Louis Van Gaal’in yardımcılığını yapmaya başlamıştır. Pep de o sürede boş durmamış takım kaptanlığına getirilmiştir. Bu ikili 1996-2000 yılları arasında 4 yıl boyunca onları bekleyen rekabetten habersiz, aynı forma altında aynı hedef için kol kola yürümüştür. İşte bu tanışma hikayesi de Jose & Pep rekabetini benzersiz kılan en tatlı nüanslardan biridir benim için.

Ayrılık Da Sevdaya Dahil
Yukarıdaki fotoğrafta Pep ve Jose bir sonraki maçın taktiğini mi yoksa gelecek planlarını mı konuşuyorlardı bilinmez ama bu aynı forma altındaki son konuşmalarından biriydi. Çünkü o fotoğraftan yaklaşık 5 ay sonra Morinho, ondan 1 yıl sonra da Guardiola Barselona’dan ayrılarak kendi hikayelerini yazmaya devam ettiler. Böylece bu ikili ilk kez bir yol ayrımına geldi.
Guardiola futbolculuk kariyerine yeni bir soluk getirmek için rotasını 2001 yılında İtalya’ya kırdı. Pirlo’nun ikamesi olarak Brescia’ya transfer olan Pep, burada bir yıl geçirdikten sonra Roma’ya ve sonra tekrar Brescia’ya transfer oldu. Gitgellerle dolu geçen 3 yılda pek forma şansı bulamayan Pep bir de kanında nandrolone maddesinin bulunması sonucu 4 aylık bir ceza alınca kariyerini devam ettirmek için yeni bir arayışa girişti. Bunun farkında olan Avrupa devleri Pep’e tekliflerde bulunsa da kendisi bu teklifleri reddetti ve kariyerine Katar’da devam etti. Burda geçirdiği 2 yıldan sonra futbola 1 yıl ara verdi. Sonrasında 2006 yılında Juan Manuel Lillo’nun özel çağrısı üzerine Meksika’ya giden Pep burada da sakatlıklarla cebelleşirken 10 maça çıkabildi ve yeşil sahadaki kariyerini bu sefer tamamen bitirdi.
E her bitiş yeni bir başlangıçtır derler. Bunu futbolculukta da her kariyer bitişi potansiyel teknik direktörlük başlangıcıdır olarak revize etmek pek mümkün. Guardiola da bu yolun yolcusu olmuş ve 2007 yılında yuvaya geri dönerek Barselona B takımının teknik direktörlüğüne getirilmiştir. Pep’in buradaki rolü de 1 yıl sürecek ve 2008 yılında 37 yaşındayken yeni bir dünyaya merhaba diyecektir.
Hikayemizin diğer kahramanı Jose için 2000-2008 yılları arası bi rüya gibi geçti. Hani zıtlıklardan bahsetmiştim ya, bu dönem Pep için ne kadar gözden uzak geçtiyse Jose için o kadar spotlar altında yaşandı. 2000 yılından sonra birinci adam olmaya karar veren Mourinho ülkesine döndü ve tıpkı Pep gibi 37 yaşında ilk teknik direktörlük deneyimi için Benfica’nın başına geçti. Buradaki 1 yılın sonunda kulüp başkanının değişmesi ve yeni başkanla anlaşamaması üzerine altyapılarda formasını giydiği Leira’ya bu sefer teknik direktör olarak geri döndü. Buraya gelir gelmez farkını ortaya koydu ve bir diğer Portekiz devi olan Porto’nun başına geçmesi sadece 1 yıl sürdü. Zaten sonrasını da tarih yazdı.
Porto’daki ilk senesinde kazanılmamış kupa bırakmadı ve 2 yıl önce ayrıldığı Benfica’ya 11 puan fark atarak, ve dönemin puan rekorunu kırarak, Porto’yu lig şampiyonu yaptı. Başarısı lokal seviyede kalmayan Jose o sene finalde Celtic’i geçerek UEFA Kupası’nı da kazandı. Bir sonraki yıl görüyorum ve artırıyorum dedi. Ligi yine kimselere kaptırmayan Mourinho, tüm dünyayı şaşkına çevirerek UEFA Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Sonrasında da ben artık bu topraklara sığmıyorum diye haykırarak İngiltere’de rüştünü yeni yeni ispatlayan Chelsea’nin başına geçti.
Daha ilk basın açıklamasında ben seçilmiş kişiyim (The Special One) diyen Mourinho bunun ne kadar doğru olduğunu sene sonunda gösterdi. İngiltere’deki ilk senesinde hem ligi hem de kupayı kazandı. Şampiyonlar Ligi’nde ise tartışmalı bir hakem kararı sonrası piştiği okul olan Barselona’ya kaybetti. Chelsea’deki ikinci sezonunda da ligi kimseye kaptırmadı. Böylece son 4 yılda 2 farklı ligde 4 lig şampiyonluğu kazanmak gibi deli saçması bir işe imza attı. Chelsea’deki 3. yılına girdiğinde ise hem soyunma odasındaki yeni süperstarlarla hem de Chelsea’nin o dönemki patronu Roman Abramoviç’le olan ilişkisinin bozulması 2007 yılının Eylül ayında Mourinho’nun kulüpten ayrılmasına neden oldu. Böylece pek çoğunun kabul ettiği Mourinho ve 3. yıl laneti ilk meyvesini vermiş oldu.
Eski Bir Türk Dizisi Gibi: “Ayrılsak Da Beraberiz”
2007 & 2008 sezonu biterken Barselona Hollandalı efsane Frank Rijkaard ile yollarını ayırıp yola yeni bir teknik adamla devam etme kararı vermişti. Barselona’nın yeni teknik direktörü için vereceği karar, Mourinho ve Guardiola adlarının uzun süre sonra ilk defa yan yana zikredilmesine sebep oldu. Mourinho, Porto ve Chelsea’deki akıl almaz başarıları sonrası çevirmen olarak adım attığı kulübe birinci akıl olarak dönmenin hayallerini kuruyordu. Pep ise bir kulüp efsanesiydi ve Barselona B takımının başında 1 yıllık pişme dönemi geçirmişti. İki isim de kendisinin doğru kişi olduğunu düşünürken Barselona yönetimi kararını eski oyuncusundan yöne kullandı. Böylece Pep Guardiola Barselona takımının teknik direktörü oldu. Mourinho da İnter’den gelen teklifi kabul ederek İtalya’nın yolunu tuttu, hem de içinde Barselona’dan intikam alma hırsıyla beraber.
Pep Guardiola, Barselona’ya geldiğinde kulüp ligde zor bir süreçten geçiyordu. Bir önceki sezon ikinciliği dahi Villereal’e kaptırmış, ligi de lider Real Madrid’in 18 puan gerisinde 3. sırada bitirmişti. Dolayısıyla Pep’in aşması gereken zorlu bir tepe var gibi görünüyordu. Ama hiç de öyle olmadı. Pep hem kulüpteki hem de kariyerindeki ilk teknik direktörlük sezonunu geçirse de hiç adaptasyon problemi yaşamadı. Bunun sebebini yıllar sonra “Adaptasyon problemi yaşamadım çünkü Messi’ye sahiptim” olarak açıklasa da potansiyelini daha ilk sezonundan belli etmişti.
Pep’in sezon öncesi kadro kurulumunda aldığı kararlar onun ne kadar büyük bir taktisyen olacağının ilk habercileriydi. Kafasında başarılı olacağını düşündüğü bir oyun; ve takımında da bu oyuna uyan ve uymayan oyuncular vardı. Bu futbolcular ne kadar büyük isimler olursa olsun oyuna hizmet etmiyorsa kulüpten gitmelilerdi. Bunun için Pep gelir gelmez Ronaldinho ve Zambrotta’yı Milan’a, Deco’yu Chelsea’ya ve Giovanni dos Santos’u da Tottenham’a gönderdi. Onlardan açılan boşluğu’da Sevilla’dan Dani Alves ve Seydou Keita, Manchester United’dan Gerard Pique ve Arsenal’den Alexander Hleb transferleriyle doldurdu. Buna ek olarak da altyapıdan Sergio Busquests ve Pedro’yu da A takıma çıkardı.
Bu hamlelerin ne kadar doğru olduğunu da yine zaman gösterdi. Barça ilk maçı kaybettikten sonra üst üste 20 maç mağlubiyet yüzü görmedi. Sonrasında da o sezonu ikinci Real Madrid’e 9 puan fark atarak şampiyon olarak tamamladı. Üstelik ligde Real Madrid’i 6-2 yenerek gövde gösterisi de yaptı. Copa Del Rey’de de Ateletic Bilbao’yu zorlanmadan 4-1 geçerek o kupayı da kimseye kaptırmadı. Bunlar da Pep için yeterli değildi. Çünkü o Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu da istiyordu. Bunun için önce yarı finalde Jose’nin eski takımı Chelsea’yi, İniesta’nın ikonik golüyle geçti. Sonrasında da bir diğer İngiliz devi Manchester United’ı 2-0 yenerek o kupayı da aldı. Yılın geri kalanında UEFA Süper Kupası, İspanya Süper Kupası ve Kulüpler Dünya Kupası’nı da kazanarak bir sezonda 6 kupa kazanan ilk teknik adam oldu. Üstelik kariyerinin ilk senesinde başardı bunları.
Öte yandan İnter, Barselona’nın aksine lokal başarıya aç bir takım değildi. Daha bir önceki sezon Manchini İnter’i lig şampiyonu yapmıştı zaten. Ama İnter artık Avrupa’da 1 numara olmak istiyordu. Mourinho’ya teklif götürmelerinin gerçek sebebi de buydu aslında. Çünkü Avrupa’da 1 numara olmak için daha önce Avrupa’da 1 numara olmuş bir lidere ihtiyacı olduklarını düşünüyorlardı.
Bu hayalleri Jose’nin ilk sezonunda gerçeğe dönüşmedi. Her ne kadar ligi Milan’ın 10 puan önünde şampiyon olarak noktalasalar da Şampiyonlar Ligi’nde Barselona’nın finalde yendiği Manchester United’a çeyrek finaller öncesinde boyun eğimişlerdi. Ama burda atlanmaması gereken bir nokta vardı. Mourinho kendi kadrosunu kurma şansı bulamamıştı. Bu şansa eriştiği 2. sezon ise hikaye zaten bambaşka olacaktı.
Mourinho İnter’deki ilk sezonu sonrası Adriano, Julia Cruz ve Hernan Crespo’yu göndermişti. Vatandaşı Luis Figo da artık emekli olma vaktinin geldiğine kanaat getirmişti. Böylece kadroda Mourinho’nun istediği gibi doldurabileceği boşluklar oluşmuştu. Jose hemen kolları sıvamış ve Diego Milito, Thiago Motta ve Wesley Sneijder transferlerine imza atmıştı. Ama asıl bir transferi daha vardı ki o transfer Avrupa’da kartların yeniden dağıtılmasına sebep olmuştu. Jose ve Pep yine ayrılamamış bu sefer transfer için aynı masaya oturmuşlardı. İnter Zlatan İbrahimoviç’i Barselona’ya gönderip karşılığında Samuel Eto’o ve 46 milyon euro almıştı. Tabii bir de Eto’o’nun Zlatan’dan 46 milyon euro kadar aşağıda bir değeri olmadığını gösterme isteğini..
2009 & 2010 sezonunda İnter de Barselona’da kendi liglerini domine ediyorlardı. Ama bizi heyecanlandıran asıl kısım domestik ligler değil Şampiyonlar Ligi’ydi. Çünkü bu iki takım, futbol tanrılarının dileği doğrultusunda aynı gruba düşmüşlerdi. Böylece Pep v. Jose rekabetini ilk kez yeşil sahada görme fırsatı yakalamıştık.
Gruptaki ilk maç San Siro’daydı ve golsüz eşitlikle sonlanmıştı. İkinci maça geldiğimizde Barselona Messi’den yoksun olmasına rağmen sahadan 2-0’lık üstünlükle ayrılmıştı. Bunun üzerine Jose ne kadar temiz kalpli olduğunu gözler önüne seren açıklamasını yapmıştı: “Barselona bireysel yetenek olarak da takım olarak da biziden daha iyi durumda. Ama onlarla yarın bile tekrar oynamaya hazırım. Eğer bana Barselona’yla yarı finalde karşılaşacağımızı söylerseniz bunu kesinlikle kabul ederim.”
Hakikaten de Mourinho’nun dileği gerçek oldu ve İnter Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Barselona ile karşı karşıya geldi. Bu eşleşme iki taktisyenin oyuna bakış açılarını anlayabileceğimiz unutulmaz kesitler sundu bize. Peki neydi o futbol bakış açıları? İkisi de inanılmaz bir kazanan ruha sahipti ama kazanma metotları birbirinden farklıydı. Pep kazanmanın yolunun topa sahip olmaktan geçtiğine inanır ve “Eğer top sizdeyse gol yeme ihtimaliniz yoktur” der. Jose’nin oyuna bakış açısı ise “Top ne kadar sizde olursa o kadar hata yapma riskiniz olur” şeklindedir. Bu da doğal olarak bu eşleşmede topun daha çok Barselona’da olduğu karşılaşmalar izlememize neden oldu. Ama Jose dersine iyi çalışmıştı. İşin gruptaki maç gibi olmaması adına başta Messi olmak üzere kimseye topla fark yaratacağı alan vermeme üzerine bir strateji belirlemişti. Kurnaz bir tilki gibi rakibinin hatasını bekleyip en uygun anda da saldırıya geçecekti. (Bu stratejiyi birinci ağızdan dinlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=4wAG5ZUJ4eI ) Nitekim işler Mourinho’nun istediği gibi gelişti ve İnter ilk maçı 3-1 kazandı. Ne var ki bu işin bir de İspanya ayağı vardı. Barselona’ya turu geçebilmesi için 2-0’lık galibiyet yetiyordu ve işler de Pep’in istediği başladı. Barselona topa hakimdi ve taraftarının da desteğiyle rakip kaleye yüklendikçe yükleniyordu. Ama bu Jose’nin beklemediği bir şey değildi ve çoktan o meşhur otobüs İnter kalesinin önüne çekilmişti. Ne var ki maçın 28. dakikasında İnter’de Thiago Motta direkt kırmızı kart görmüş ve Barselona’nın umutları iyiden iyiye artmaya başlamıştı. Fakat her şeye rağmen Barselona’nın ilk golü atması için 84 dakika beklemesi gerekti. Yine de uzatmalar dahil kalan 12 dakikada aradığı 2. golü bulamadı ve finale yürüyen takım İnter oldu. İnter bunu tarihinin en uzun 96 dakikası olarak yorumlarken Jose de bu yenilgiyi “kariyerinin en tatlı mağlubiyeti” olarak deklare etmişti.
İnter’in kupa yolculuğu burada bitmemiş finalde de Alman panzeri Bayern Münih’i 2-0 yenerek şampiyonlar ligini müzesine götürmüştü. Jose de İnter’e getirilme misyonunu tamamlayarak yeni macerası için Real Madrid’e gidecekti. Oradaki görevi şu ana kadarki meydan okumaların en zorlusuydu: Pep’in yarattığı Barselona canavarını durdurmak!

Ben Rekabetin Dile Vurmuş Halini Severim
Real Madrid v. Barselona! Kraliyet v. Katalonya! Ronaldo v. Messi! Ve tabii ki Guardiola v. Mourinho!
2010-2012 yılları arası İspanya, dünya futbolundaki gelmiş geçmiş en azılı rekabete ev sahipliği ediyordu. Bir tarafta bir önceki sezon, başta Real Madrid olmak üzere tüm dünyayı perişan etmiş bir Barselona ve onlara liderlik eden Pep Guardiola; diğer yanda ikinci Los Galacticos dönemine giren, Cristiano Ronaldo, Karim Benzema, Kaka gibi süper starlara sahip Real Madrid ve onlarla kazanmanın formülünü bulması için transfer edilen Jose Mourinho vardı.
Size bu rekabetin büyüklüğünü şöyle anlatmak isterim. 2010-2012 yılları içerisinde konsol oyununda bu 2 takımdan başka tercih edilen bir kulüp olmazdı. Bu 2 takım karşı karşıya geldiğinde İspanya’daki sinemalar film matinelerini durdurur ve El Classico’yu yayınlardı. Her El Classico zamanı ne Santiago Bernabeu’da ne de Camp Nou’da merdivenleri kullanmak mümkün olurdu, çünkü tüm koltuklar dolu olduğu için seyirciler merdivenlere de oturmak zorunda kalırdı. Tüm dünyada 90 dakika zaman durur ve ertesi gün dünyadaki bütün okullarda kazanana göre Madrid’ciler Barça’lı öğrencilerle, Barça’cılar Madrid’li öğrencilerle dalga geçerdi.
Rekabetin bu denli yoğun olmasının pek çok sebebi var, yukarıda bazılarını sıraladım zaten. Ama bence asıl sebep teknik direktörler arasındaki çekişme. Gerek tanışma hikayeleri, gerek 2008’deki Barselona’nın teknik adam kararı ve gerekse 2010 Şampiyonlar Ligi yarı finalindeki eşleşme bu ikili arasındaki tansiyonu yukarıya çıkarmıştı, ve ikisinin de en son isteyeceği şey yıllar sonra dahi bu rekabette kaybeden olarak anılmak olacaktı. O yüzden ikisi de müsterih olsun ben bir tarafı bu rekabetin mağlubu olarak manşet yapmayacağım. Çünkü ikisinin de birbirine üstünlük sağladığı inanılmaz parametreler mevcut.
Takvimler 29 Kasım 2010’u gösterdiğinde Pep ve Jose yönetimindeki ilk El Classico oynandı. Tüm dünyanın yakından takip ettiği karşılaşmada Barselona, Real Madrid’i 5-0 mağlup etmeyi başarıyordu. Leo Messi’ye sahte 9 rolü biçen Pep, bir kez daha dehasını konuşturuyor ve Jose’yi adeta ilk maçta mat ediyordu. Maç bittikten sonra “Tüm dünyaya nasıl bir futbol oynadığımızı gösterebildiğimiz için çok gururluyum” açıklamasını da yapacaktı. Madalyonun diğer tarafında ise her ne kadar tüm kariyerinin en büyük hezimetlerinden birini yaşasa da Jose’nin başı dikti. Ertesi gün oyuncularına izin veren Jose onlara sokaklarda halkla vakit geçirmesini ve bu durumla yüzleşmeleri gerektiğini tembihleyecekti. Çünkü onun kitabında odasına geçip sessizce ağlamak yoktu. Tüm dünyanın gözü önünde bir numaralı rakibinden 5 fark yediğinde bile.
Jose Mourinho’yu sevenlerin de sevmeyenlerin de ortak dayanağı onun olağan üstü bir pragmatist olmasdır. Jose işler kötü gittiğinde hemen rakip tez için bir antitez üretir, onu akisyona sokar ve sonuç alırdı. 16 Nisan 2011’de Pep’le olan 2. düellosunda da yaptığı şey tam olarak buydu. Barselona tiki takası, baş döndüren pas trafiğiyle rakiplerin defans blokları arasındaki mesafeyi açar ve o oluşan çatlaklardan kendi hücümcularını sızdırarak sonuca giderdi. Bunun önüne geçmek zorunda olduğunun farkına varan Jose, Barça’nın bu tezine karşı antitez olarak sahaya 3 stoper attı. Ama bu stoperlerden bir tanesi ön libero pozisyonunda oynayıp Barselonalı hücumcuların, Real Madrid’in orta saha ve defans hattının arasına girmesini engelleyecekti. Ve Jose’nin bu rol için belirlediği isim vatandaşı Pepe’ydi. Mourinho’nun bu planı tutmuştu ve Madrid galibiyete ulaşamasa da beraberliği kurtarmıştı. Daha da önemlisi Mourinho, Pep Guardiola’ya karşı oynaması gereken oyunun ne olduğunu öğrenmişti.
Bu karşılaşmadan 4 gün sonra bu kez de İspanya Kupası finalinde karşılaştı Real Madrid ve Barselona. Barselona kupa maçlarında yedek kaleci Pinto’ya forma verme geleneğine devam etmiş onun dışında klasik 11’iyle sahaya çıkmıştı. Madrid’de ise bir değişiklik vardı. Jose bu maçta en uca Cristiano Ronaldo’yu atmıştı. 90 dakikası 0-0 biten maçta, Mourinho CR7’yi en uca atmanın ödülünü uzatmalarda görmüştü. 103. dakikada Ronaldo’nun kafa golü Real Madrid’e 18 yıl sonra İspanya Kupası şampiyonluğunu getirmişti.
Maç sonrası şampiyonluk kadar konuşulan başka bir olay daha vardı: Pep ve Jose’nin basın açıklamaları. Pep Guardiola maç sonrası yardımcı hakemin Pedro’nun 2 satimetre ile düştüğü ofsaytı görebilmek için kendine çok iyi bir görüş açısı belirlediğini dile getirmişti. Jose ise bu demece cevap vermek için 1 hafta beklemişti. Mourinho, Şampiyonlar Ligi yarı finali öncesi gerçekleşen basın açıklamasında Guardiola’ya şu sözlerle sataşmıştı: “Şu ana kadar hakemleri eleştirmeyen küçük bir teknik direktör grubu ve benim de içinde bulunduğum hakemleri yanlış kararları yüzünden eleştiren ikinci bir teknik direktör grubu vardı. Pep son demeciyle sadece kendisinin yer aldığı, hakemleri doğru karar verdiği için eleştiren üçüncü bir teknik direktör grubu yarattı. Bu benim için çok yeni”.
Guardiola ise bu demece karşı sessiz kalmayacak ve aynı maç öncesi Jose için şu sözleri sarfedecekti: “Öncelikle Mourinho bana Pep diye hitap ettiği için ben de ondan Jose olarak bahsedeceğim. Yarın akşam 8.45’te onla sahada karşı karşıya geleceğiz. Fakat saha dışında basın açıklamaları kısmını o kazandı. Tüm sezon da bu böyleydi. Jose’ye bunun için Şampiyolar Ligi kupasını verelim. Böylece bunu eve götürüp keyfini çıkarabilir. O basın açıklaması salonunda tam bir usta ve bu işi herkesten daha iyi biliyor.” Guardiola bu sarkastik basın açıklamasına daha sonra şu sözleri eklemişti: “Jose’den saha içinde elimden geldiğince bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Ama saha dışında ondan olabildiğince az şey öğrenmeyi tercih ederim.”
Tüm bu gergin açıklamalar maça da sirayet etmişti. Mourinho’nun El Classico stratejisinin merkezine koyduğu Pepe, kırmızı kart görerek oyundan atılmış sonrasında Jose Mourinho da hakem tarafından tribünlere gönderilmişti. Günün sonunda ise Barselona ilk maçı Messi’nin golleriyle 2-0 kazanmıştı.
Rövanş mücadelesi de 1-1 tamamlanmış ve toplam 3-1’lik skorla Barselona finale çıkmayı başarmıştı. Ama eşleşme öncesi yükselen tansiyon eşleşme sonrasına da taşmış, Jose hem Barselona hem de Pep için zehir zemberek açıklamalarda bulunmuştu. Cümlelerine de “Şu an içimden geçenleri söyleyemeyeceğim, çünkü söylersem kariyerim biter” diye başlamıştı. İlk başta demeçlerinden nasibini Barselona almıştı: “Neden? Neden her yarı finalde aynı şey oluyor? (2009’daki Chelsea ve 2010’daki İnter eşleşmelerine gönderme yaparak). Burada fantastik bir takımdan bahsediyoruz. Neden bu kadar iyi bir takıma sahipken herkesin görebileceği kadar bariz bir hakem desteğine ihtiyaç duyuyorlar? Bu UNİCEF sponsorluğuyla mı alakalı yoksa iyi çocuklar olduğu için mi bilmiyorum. Bu şekilde çok kuvvetli oluyorlar ve bizim bir şansımız kalmıyor. Yapabileceğim tek şey bu soruları havaya bırakmak ve bir gün cevap alabilmeyi ummak.” Elenmenin de acısıyla dilinin kemiğini evde bırakan Jose Mourinho, Guardiola için de birkaç şey söyleyecekti. 2010’daki İnter v. Barselona maçı da dahil Guardiola ile karşılaştığı son 5 maçın hepsinde sahada 10 kişi kalan Jose bu kez Guardiola’ya Pep demek yerine Joseph demeyi tercih etmişti: “Joseph Guardiola fantastik bir teknik direktör. Ama günün sonunda ben 2 kere Şampiyonlar Ligi’ni kazanırken o sadece 1 kere kazanabildi. Kaldı ki o şekilde bir şampiyonluk kazanmak benim yüzümün kızarmasına sebep olurdu. Stamford Bridge skandalıyla (2009 yılı Şampiyonlar Ligi yarı finalindeki Chelsea eşleşmesine gönderme yapıyor) bir kupa kazanmak beni utandırırdı. Eğer bu yıl kazanırlarsa bu da Santiago Bernabeu skandalı olarak anılacak. Eğer onlar gerçekten iyi insanlarsa bu galibiyet onlara keyif vermeyecektir. Umarım Guardiola da bir gün skandalsız, temiz bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu elde etme şansına sahip olur”.
Pep ise bu eşleşme sonrası sükunetini koruyup sadece “Bu gece şu ana kadar yaşadığım en güzel gecelerden biriydi” demekle yetindi.
Bu 1-1 biten Şampiyonlar Ligi maçı da Real Madrid ve Barselona’nın 2010-2011 sezonunda karşı karşıya geldiği son müsabakaydı. Ama en başta dedim ya futbol tanrıları Jose ve Pep mücadelesine şahitlik edebilmemiz adına oldukça cömertti. Ve biz de bir sonraki düelloyu görmek için yeni sezonun açılmasını beklemek zorunda değildik. Bu iki dev bu kez de 2011’in Ağustos ayında İspanya Süper Kupası’nda birbirlerine rakip olmuştu. E tabi mücadeleler arası çok zaman geçmeyince tarafların içindeki ateş de bir türlü soğumuyordu. Dolayısıyla bu süper kupa maçları da sertlikleriyle ve olaylarıyla anılacaktı.
Finalin ilk ayağı 14 Ağustos’ta Madrid’de oynanmıştı. Alışılmışın aksine mücadeleyi Jose’nin öğrencileri domine etse de maç 2-2 sonuçlanmıştı. Ama dediğim gibi bu maç skor tabelasındaki sayılarla değil, çıkan kavgalarla, sert faullerle hatırlanacaktı. Tabii en ikonik ve talihsiz olay da Jose Mourinho’nun saha içinde çıkan bir meydan muharebesi sırasında oyuncuları sakinleştirmek yerine Guardiola’nın yardımcısı Tito Vilanova’nın gözüne isteyerek parmağını sokmasıydı.
Finalin ikinci ayağı da yine kıran kırana geçmiş ve Barselona Messi liderliğinde sahadan 3-2’lik galibiyetle ayrılmayı başarmıştı. Bir diğer Barselona ve Pep zaferi doğal olarak bir diğer sert Mourinho demecini doğurmuştu. Sadece Guardiola ve Barselonalı oyuncular değil Barselonalı top toplayıcı çocuklar da bu demeçlerden nasibini almıştı. Ama bu sefer eleştirinin katmerli kısmı Barselonalı oyuncuların kendilerini kolay yere bırakmaları ile ilgiliydi: “Tabii ki şu an mutlu olduğumu söylemeyeceğim çünkü İspanya Süper Kupası’nı kaybettik ve bunu demek benim için iki yüzlülük olurdu. Ama biz gerçek erkekler gibi oynamaya çalışıp en ufak müdahalede kendimizi yere bırakmadık. Bana bu oyunun gerçek erkekler gibi oynanması ve kendini yere atmanın ilk seçenek olmadığı öğretildi.”
Tüm bu hengame içerisinde 2011 & 2012 sezonuna hazırlanan 2 ekip de lige bomba gibi girdi ve ligin geri kalanına ağır bir dominasyon kurdu. Kendi iç rekabetlerinde ise Pep’in ve Barselona’nın üstünlüğü sürüyordu. Barselona ligdeki ilk El Classico’da Real Madrid’i 3-1 ile geçmeyi başardı. İspanya Kupası’nda ise bu sefer çeyrek finalde eşleştiler. Bu eşleşmede Barselona ilk maçı 2-1 kazandı. Rövanş maçı da 2-2 bitince turu atlayan taraf bir kez daha Barselona oldu. Ama bu mücadelelerden sonra Real ligde inanılmaz bir seri yakaladı ve bunu sezon sonuna kadar götürdü. Bu inanılmaz serinin kreması da sonunda Barselona’yı Camp Nou’da yenmek oldu.
21 Nisan 2012’de gerçekleşen maçı Mourinho’nun öğrencileri 2-1 kazandı ve hem Barselona’nın 55 maçlık iç saha yenilmezlik serine son verdi hem de 2008’den sonra ilk kez bir El Clasico’da deplasman galibiyetine imza attı. Maç sonrası Jose Mourinho konuşmazken Guardiola şu sözleri söyledi: “Her zaman stndardımızın üstünde oynayamayız. Karar anlarında bocalamış olmak üzücüydü. Real Madrid’i galibiyetleri ve şampiyonluğu için kutluyorum.”
Aslında bu maç sonrası daha oynanacak 4 maç ve arada sadece 7 puanlık bir fark vardı. Pep her ne kadar Madrid’in şampiyonluğunu kutlasa da matematiksel olarak iş daha bitmemişti. Ama ne var ki futbolun matematikten fazlası olduğunu o da biliyordu. Madrid o haftaya kadar inanılmaz bir form tutturmuştu ve kalan 4 haftada da hata yapma ihtimalleri yok gibiydi. Beyazlar ligi 100 puan, +89 averaj ve 121 golle bitirmişti. Pep’in Barselona’sı ise şampiyon olamasa da onlar da akıl dışı sayılara ulaşmışlardı. Sezon sonunda onlar da 91 puanı 114 gol ve +85 averajla toplamıştı. Dominasyonun büyüklüğünü en iyi anlatan istatistik de 3. Valencia’nın elde ettiği sonuçlardı. Onlar sadece 61 puan toplayabilmiş ve 59 gol atabilmişti.
21 Nisan’daki maç bu ikilinin İspanya’da karşı karşıya geldikleri son müsabaka oldu. Çünkü sezon sonunda Pep Barselona’dan ayrılıp 1 yıllık kafa iznine çıkacaktı. Mourinho’nun ise İspanya’da geçireceği 1 yılı daha vardı.
Sonuç olarak bu 2 yıla baktığımda en başta dediğim gibi bu rekabetin bir kaybedeni olmadığını gördüm. Pep, karşısında Jose gibi bir rakip olmasına rağmen şampiyonluklarına ve galibiyetlerine devam etti. Barselona’da yarattığı futbol dünyadaki bütün takımlara ve hocalara ilham oldu. Ve hala 2009-2011 yılları arasındaki Barselona pek çok spor otoritesine göre tarihin en güçlü takımı olarak anılmakta. Mourinho ise her ne kadar sayısal olarak geride de olsa bu dönemde çok önemli başarılar elde etti. Öncelikle Barselona’yı”durdurup dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü takımından henüz 2. sezonunda lig şampiyonluğunu çalarak Real Madrid’e gelme misyonunu gerçekleştirdi. Pep’in futbolunun antitezini üreterek Pep ile karşılaşacak tüm teknik direktörlere de rehberlik etmiş oldu.

İkinci Yol Ayrımı, Ama Bu Sefer Daha Kısa
Pep’in Barselona’dan ayrılması sonrası ligde yalnız kalan Jose, 2012 & 2013 sezonunun başında süper kupayı kazanarak bu başarıyı 4 farklı Avrupa ülkesinde elde eden ilk teknik direktör olsa da ligin kalanı istediği gibi gitmedi. Ligde Barselona’dan fark yerken, şampiyonlar liginde Dortmunt’a, lig kupasında da Ateltico Madrid’e boyun eğdi. Kulübün simge oyuncuları Sergio Ramos, İker Casillas ve hatta Cristiano Ronaldo ile problemler de yaşayınca yine o meşhur 3. yılında Real Madrid’e veda etti.
Jose Mourinho Madrid’deki son yılında ağır eleştiri bombardımanına tutulduğunda “Benim de başta bir kulüp olmak üzere sevildiğim yerler var” dediği, kariyerinin başında büyük başarılar elde ettiği Chelsea’ya geri döndü. Guardiola da o sıralarda kafa izninden ayrılıp Bayern Münih’in başına geçmişti. İki teknik adam da aktif çalışma hayatında olunca futbol tanrıları bu ikilinin yolunu kesiştirmek için çok bekleyemedi. İkisi de yeni geldikleri kulüplerinde bu kez de UEFA Süper Kupası’nda karşılaştı. Önceki sezonun Şampiyonlar Ligi şampiyonu Bayern ve Avrupa Ligi şampiyonu Chelsea kozlarını paylaştı. Penaltılar sonrası gülen taraf Pep olurken Jose kendine yakışır bir basın açıklaması yaparak “En iyi olan takım kaybetti ve onlar kupayı kazandı” dedi.
Mourinho ligdeki ilk yılında, takımı Di Matteo sonrası tekrar şampiyonluk yarışına sokup ikinci yılında sadece 3 maç kaybederek Chelsea’yı tekrar ligin zirvesine yerleştirdi. Ne var ki üçüncü senesinde yine lanet peşini bırakmadı. Başta Eden Hazard olmak üzere takımdaki pek çok süper starla arası açılan Portekizli taktisyen çok başarısız başlayan 2015 & 2016 sezonu ortasında kulüp ile anlaşarak 2. Chelsea macerasına son verdi ve ertesi sezon için Sir Alex Ferguson sonrası hala toparlanamayan Manchester United ile anlaşma sağladı. Ama ona sonra geleceğim.
Pep ise bahsettiğim gibi vurdulu kırdılı geçen 2 yıllık Jose rekabeti sonrası Barselona’dan ayrıldıktan sonra 1 yıl takım çalıştırmama kararı aldı ve bu dönemi New York’ta dinlenerek geçirdi. Mourinho ise Pep için “Bu onun hayatı ama böyle bir kafa izni benim için bir seçenek değil. O benden daha genç ama ben henüz yorulmadım” diyerek yine ona sataşmayı ihmal etmedi.
Kulüp çalıştırmadan geçen 1 yıllık periyot sonrası 2013 yılında Pep, Bayer Münih’in başına geçti. Herkes onu rekabetten kaçmakla suçlasa da Bayern’in en büyük rakibinin kendisi olduğunu düşünürsek futbol dünyasındaki en korkunç rekabetin içine girdiğini anlamak işten bile değil. Ayrıca 1 sezon önce Jupp Heynckes’in kariyerinin şahikasına çıkıp emekli olması sonrası bu ateşten gömleği giymek de hiç kolay olmasa gerek. Ama Pep bu görevin de altından başarıyla kalktı. Lig rekorlarını alt üst etti. 3 yıl içinde 3 Bundes Liga şampiyonluğu ve 2 lig kupası kazandı. Tek eksiği olan Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu da onun Bayern kariyerinin nazar boncuğu olsun.
3 yıllık Almanya macerası sonrası Manchester City’nin yolunu tutan Pep’i İngiltere’de bekleyen eski bir dostu vardı: Jose Mourinho!
Sönmüş de Olsa Yanardağ Yanardağdır
Jose Mourinho ve Pep Guardiola İspanya sonrası bu sefer de İngiltere Premiere Lig’inde karşı karşıya geldi. Hatta futbol tanrıları bu sefer aynı ülkeyle yetinmeyip bu ikiliyi aynı şehirde buluşturdu. Guardiola, en iyiler sınıfına çıkmış Manchester City’yi tarihin en elit takımlarından birine dönüştürmesi için; Mourinho, Sir Alex Ferguson sonrası boşluğa düşüp kazanan takım kültürünü kaybeden Manchester United’a yeniden kazanmayı hatırlatması için takımın başına getirildi.
2016 & 2017 sezonu İngiltere’de elit teknik direktör bolluğunun yaşandığı bir yıldı. Pep ve Mourinho’nun yanı sıra o sezon Chelsea’da Conte, Spurs’te Pochettino, Liverpool’da Klopp ve tabii ki Arsenal’de Wenger vardı. Tüm bu teknik direktörlere saygısızlık yapmak istemem ama herkesin en fazla heyecan duyduğu şey ise Mourinho & Guardiola rekabetiydi. Herkes hem saha içindeki mücadeleyi hem de saha dışındaki didişmeyi dört gözle bekliyordu. Ama belki de atladığımız şey ne United ve City, Barselona ve Madrid gibi aynı hedefe koşuyordu ne de Mourinho ve Pep bundan 5 yıl önceki kişilerdi. Bunu basın açıklamalarından bile anlamak mümkündü. Örneğin Pep City’deki ilk basın açıklamalarında Mourinho ile ilişkisinin medyada görünenden fazlası olduğunu, dostane bir şekilde muhabbet edebildiklerini hatta Mourinho davet ederse onla kahve bile içebileceğini söylemişti. Mourinho da Madrid’deki günlerinin aksine Pep’i hedef alan pek fazla demeç vermemişti.
İkisi de takımlarının başarısına odaklanmıştı. İngiltere Ligi zaten dünyanın en zorlu ligi olduğu için menajerlerin kafasını kendi takımlarından kaldırıp başkalarıyla uğraşacağı zaman da pek olmuyordu. Ama iki menajer de kendi işlerini layığıyla yerine getirdiler.
Pep 2 yıl içerisinde City’yi yenilmesi neredeyse imkansız bir canavar haline getirdi. Lige adapte olduğu ilk seneyi çıkarırsak ondan sonraki 5 sezonda 91,6 puan ortalaması tutturdu. Buna ek sayısız lokal kupa kazandı. Pek çok spor insanı için ikinci kez gelmiş geçmiş en korkunç takımı yine burada oluşturdu. Zaten başarı kazanan bir yapıya yeni bir boyut kazandırmak biz normal insanlar için çok zor görünse de Pep takımını birkaç basamak daha yukarıya taşımayı başardı. Bu dönemdeki tek eksiği belki de Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu oldu. Onu yine nazar boncuğu diye adlandırsak da Manchester City ile bu 6 yıl içerisinde her zaman yarı final ve final semalarında dolaşmayı başardı.
Mourinho’nun ise hedefi başkaydı. O belki de İngiltere tarihinin en başarılı ama yakın tarihin en başarısız takımına yeniden kazanmayı öğretecekti. Manchester United uzun yıllardır bir kupa kazanamıyor ve bırakın şampiyonluk yarışını şampiyonlar ligi yarışını bile zorlukla verebiliyordu. Mourinho ilk yılında ligde rekabetçi bir konuma gelme hedefini gerçekleştiremese de Manchester United ile UEFA Avrupa Ligi’ni kazandı. Böylece kulübü yıllar sonra Şampiyonlar Ligi’ne götürmenin kendince bir yolunu bulmuş oldu. İkinci yılında ise Pep’in Manchester City’sinin ardından ligi 2. olarak tamamladı. Bunun hem Mourinho hem de kulüp için inanılmaz bir başarı olduğunu Mourinho’nun kendi kelimelerinden de anlayabiliyoruz: “Şu ana kadar elde ettiğim en büyük başarı Manchester United ile elde ettiğim ikincilik. Çünkü kimse perde arkasında neler olduğunu bilmiyor.”
United’ın, Mourinho’nun lanetli üçüncü sezonundaki kötü sonuçları ve başta Pogba olmak üzere Mourinho’nun oyuncularla olan problemi artık United ve Portekizli teknik adam arasındaki iplerin kopmasına sebep oldu. O da kırmızı şeytanlardan ayrılarak Tottenham’ın başına geçti. Yine kötü sonuçlar ve Dele Alli başta olmak üzere diğer oyuncularla olan problemi bu sefer 3. yılı dahi göremeden hem kulüpten hem de ülkeden ayrılmasına neden oldu.
Yeni bir arayış içinde olan Mourinho’ya bu sefer İtalya’dan, Roma’dan, teklif geldi. Bunu kabul eden Jose daha ilk yılında Roma’ya Avrupa Konferans Ligi’ni kazandırdı. Böylece 4 farklı takımla Avrupa kupası kazanan ilk teknik direktör olarak adını bir kez daha tarihe yazdırdı.

Futbol Tanrılarından Son Bir İstek
Yazıma son verirken Jose Mourinho ve Pep Guardiola’ya minnetlerimi sunmak istiyorum. Futbol bilgimin ve sevgimin farklı bir boyuta geçmesini sağlayan 2010-2012 yılları arasındaki Real Madrid v. Barselona rekabetinin baş mimarları olduğunuz için size çok teşekkür ederim.
Ama dürüst olmak gerekirse ben bu rekabete henüz doyamadım. Zaman veya mekan fark etmeksizin Jose ve Pep’i bir kez daha karşı karşıya görmek hepimizin hakkı bence. Bu karşılaşma şampiyonlar liginde, domestik bir ligde veya bir spor programının yorumcu koltuğunda olabilir. Kim bilir belki de İspanya v. Portekiz dünya kupası finalinde saha kenarında görürüz bu iki dehayı.
Yazdığım senaryoların gerçekleşmesi için ben temennilerimi peşin peşin sunayım:
Hadi be futbol tanrıları, son bir dans daha..


Comments