İNANMAK BAŞARMANIN YÜZDE KAÇIDIR?
- hasancangokkir
- Mar 23, 2023
- 11 min read
Updated: Mar 26, 2023
Bu soruya hiç düşünmeden cevap versek hepimiz %50 deriz. Çünkü atalarımız bundan yıllar önce inanmak başarmanın yarısıdır diyerek bazı önyargıları bilinçaltımıza kodlamış. Ama bana kalırsa bu soruya genel geçer bir cevap vermek çok zor. Örnek veriyorum bir rekabette favori taraf sizseniz başarmak için %20 oranında bir inanç yeterli olabilir. Öte yandan rekabette underdog konumundaysanız, yani eşleşmede kazanma ihtimali düşük olan tarafsanız, başarmak için %60 veya 70 oranında bir inanca ihtiyaç duyabilirsiniz. Tahmin ediyorum istatistik bilimine gönül vermiş bir atamız medyan değer hesaplayarak inanmak başarmanın yarısıdır demiş ya da hoyrat bir atamız aklına gelen ilk yüzdeyi vermiş olabilir.
Atalarımızın daha fazla dedikodusunu yapmadan size bugün anlatacağım rekabetten bahsetmek isterim. 2006 & 2007 Playoff’ları Batı Konferansı ilk tur eşleşmesi: Golden State Warrios vs Dallas Mavericks. Aslında bu iki takım arasında uzun yıllara dayanan bir rekabet veya karşılıklı beslenen derin bir öfke mevcut değil. Ama o yıl öyle bir noktada karşı karşıya geldiler, kader ağlarını o kadar güzel ördü ki belki de NBA tarihindeki en unutlumaz anlık rekabetlerden birine şahitlik ettik.

· 2006 & 2007 Sezonu: Golden State Warriors’ın Yolu
Warriors için 2006 & 2007 sezonunu uzun bir kaldırım yolunun ortasında kendini zorla dışarı atan bir çiçeğe benzetmek yanlış olmaz heralde. Yol boyunca buna benzer bir durum yaşanmamış, bundan sonra da yine uzun bir süre kaldırım taşlarının arasında bir canlılık belirtisi bulmak mümkün olmayacak. Bu anlattıklarımın teşbihsiz bir dünyadaki tezahürü de 2006 & 2007 sezonunun Golden State Warriors için yaklaşık 20 yıllık periyotta play off yapabildiği tek sezon olduğudur.
Warriors 2006 & 2007 sezonu öncesi play off yapmak için tam 12 yıl beklemek zorunda kalmış ve ligdeki en başarısız kulüplerden biri olarak görülen bir takımdı. Kulüp o kadar başarısızdı ki artık seyirciler maça gelmez, spor haberleri Warriors ile ilgili haber paylaşmaz ve en kötüsü kulübün kendisi dahi artık başarılı olabileceklerine inanmaz olmuştu. Oyuncular bile kazanıp kaybetmeyi umursamayı bırakmış devlet memuru kafasına girerek “Maaş alabilecekleri kadar” toplarını oynayıp sonrasında etliye sütlüye karışmaz bir hale gelmişti.
Bu durum, mevcut ölü toprağından kurtulmak için ilk adımın atıldığı 2005 yılına kadar böyle devam etti. O yıl kulübün yönetim ekibinin başına kulübün efsane isimlerinden Chris Mullin getirilmiş ve o da ilk iş olarak kulübün süper star eksikliğini gidermek adına Baron Davis’i transfer etmişti. Böylece We Believe yapısının da ilk tuğlası atılmıştı.
Ne var ki Davis hamlesine rağmen 2005 & 2006 sezonu da vasatın altında geçti ve 2006 & 2007 sezonu öncesi yönetim ekibi takımı suyun üstüne çıkarabilecek sadece bir kişi olduğuna kanaat getirdi. O kişi de tabiki Don Nelson’dan başkası değildi. Bu seçimi yapmanın temelde iki sebebi vardı. Birincisi, Koç Nelson Golden State Warriors’un son olarak 1990’larda katılmayı başardığı playofflarda da takımın başındaydı. Dolayısıyla kulüp dinamiklerini ve nasıl başarılı olabileceklerini iyi biliyordu. İkincisi ise kendisiyle kulübün genel menajeri Chris Mullin arasındaki ilişkiydi. Don Nelson 90’larda Warriors ile başarılı bir dönem geçirirken Chris Mullin o takımın önemli oyuncularından biriyidi. Dolayısıyla insan olarak da birbirlerini oldukça iyi tanıyorlardı. Tüm bu sebeplerden dolayı diyebilirim ki Don Nelson Warriors için doğru seçimdi. (Ayrıca bu yazının ana yemeği olan Warriors vs. Mavs rekabetinde de kilit bir role sahip kendisi. Ama onu öğrenmeniz için sizden biraz sabır rica ediyorum.)
Don Nelson kariyeri boyunca yapılmayanı yapmaya çalışan, yenilikçi yönü yüksek, inovatif bir koç olarak anıldı. Daha spesifik olarak şöyle anlatabilirim. NBA’de o dönemlerde her oyuncunun belli rolleri olurdu ve bunun dışına asla çıkmazlardı. Yeni bir görev verilmek istendiğinde de günümüzün beyaz yakalıları edasıyla “Canım o benim görev tanımımda yok yalnız” derlerdi. Koç Nelson ise bu algıyı kırıp oyuncularını başka bir oyunun varlığına ikna eden ilk insan oldu. Oynattığı özgürlükçü oyun ile hücumda bol bol ters eşleşme yakalayıp bundan avantaj sağlayan, run and gun dediğimiz hızlı bir şekilde hücuma çıkıp ilk uygun fırsatta potaya topu göndermeyi düstur edinen takımlar inşa etti. Bu takımlarla başarılı olurken de hep doğru oyunculara yatırım yapmasını bildi. Kendi oyununa adapte olamayan oyuncularla da yollarını ayırmaktan hiç çekinmedi. İkinci Golden State Warriors döneminde de tam olarak bunları yaptı. İlk 4 aylık gözlem sürecinden sonra, 2007’nin Ocak ayında, oyununa ek bir fayda sağlayamayan Mike Dunleavy, Troy Murphy ve Ike Diogu’yu İndiana Pacers’a takaslayıp karşılığında We Believe takımının en önemli parçalarından olacak Al Harrington ve Stephen Jackson’ı transfer etti. Böylece Baron Davis, Monte Ellis, Jason Richardson, Mickael Pietrus, Andris Biedrins ve Matt Barnes ile 8 kişilik ana rotasyon oluşmuş oldu.
Ne var ki kağıt üzerinde Don Nelson basketboluna uygun, birbirini tamamlayan bir takım oluşmuş olsa da bu oyuncuları beraber parkede görmek kısa vadede mümkün olmadı. Takımın başında kara bulut gibi dolaşan sakatlık belası Golden State Warriors’ın tam kadro mücadele etmesine izin vermiyordu. Bu da başarısız sonuçları beraberinde getiriyordu. Ligin son düzlüğüne girerken Warriors 26 galibiyet 35 mağlubiyetle sadece yüzde 43’lük bir galibiyet yüzdesine sahipti. Üstelik son 6 maçını da kaybetmişlerdi. Durumları hiç parlak değildi. İlk 8’in play off yaptığı 15 takımlı Batı Konferansı’nda 12.’liğe demir atmışlardı. Zaten kaybetmeye alışkın Warriors taraftarları acı dolu bir sene daha geçireceklerine emin olmuştu. Kulislerde Don Nelson’ın da kulübe çare olamadığı konuşulurken yetkinlikleri sorgulanır hale gelmişti. Tabiri caizse Golden State bir kez daha dibi görmüştü.
Ama bana kalırsa bazen dibi görmek iyidir. Çünkü daha da alçalamayacağını ve artık sadece iyiye gidebileceğini bilirsin. Ya da buna inanmak istersin. Golden State Warriors da bir sonraki Detroit Pistons maçına bu mentaliteyle çıkmıştı, üstelik 8 kişilik ana rotasyon da ilk defa aynı anda sahada olarak. Detroit ligdeki en güçlü 2 takımdan biriydi ve maçı kendi evinde oynuyordu. Dolayısıyla ağır favoriydi ve kaybetme ihtimali yok gibi bir şeydi. Ama bilen bilir, sporda mucizelere her zaman yer vardır. O gece de Warriors bir mucizeye imza atarak Pistons’ı tam 18 sayı farklı 111-93 mağlup etti. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında bu sadece 1 maç gibi görünse de aslında anlamı çok daha büyüktü. Bu maç Golden State Warriors kadrosunu gerçek bir takım yapan maçtı. Maç sonu Oakland’a dönüş uçağında takım playoff için kenetlenmeye başlamıştı. Yıllar sonra o yolculuğu Jason Richardson şu sözlere anlatacaktı: Detroit’ten Oakland’a dönüyorduk. Uçakta puan durumuna baktık, ve playofflara kalmak için ne yapmamız gerektiğini anlamaya başladık. O uçakta playofflara gidebilmek için elimizden gelen her şeyi yapacağımıza dair birbirimize söz verdik.
Warriors bu motivasyonla Denver’ı da 14 sayı farkla geçmeyi başarmış takım iyiden iyiye play off için umutlanmaya başlamıştı. Ne var ki taraftarlar hala bu takımın makus talihini yenebileceğine inanmıyordu. Düzeltiyorum, 1 kişi hariç taraftarlar hala bu takımın makus talihini yenebileceğine inanmıyordu. Paul Wang adında bir taraftar takıma duyduğu sonsuz inançla diğerlerinden ayrışıyordu. Wang hatta takıma o kadar inanıyordu ki sıradaki Los Angelos Clippers maçı öncesi 1000’lerce kartona el yazısıya “We Believe” yani “Biz İnanıyoruz” yazarak salona gelen taraftarlara dağıtıyordu. Warriors kazanmaya başlayınca Wang bu sefer daha falza kartona We Believe yazarak tüm salona dağıtmaya başlamıştı ve bu Paul Wang adlı çılgın taraftarın tek kişilik çabası bir anda çığa dönüşmüştü. Warriors yönetimi bu sloganı içselleştirmiş ve her maç üzerinde We Believe yazan tişörtleri maça gelen taraftarlara hediye etmeye başlamıştı. Tüm sezon maça gelmeyen geldiğinde de sus pus oturan taraftarlar bir anda NBA’in en ateşli taraftarına dönüşmüştü. Adeta düdüklü tencere misali yıllarca içlerinde biriken basınç We Believe Warriors takımıyla beraber dışarıya püskürmüştü. Top Warriors’tayken Biz İnanıyoruz diye haykırıp top rakipteyken de yarınlar yokmuşçasına uğultu çıkarmaya başlamışlardı. Snoop Dog, Owen Wilson, Woody Harrelson, Kate Hudson, Jessica Alba gibi ünlü isimler bile bu furyaya kapılmış, Golden State maç deneyimini yaşamak için Oracle Arena’ya akın ediyorlardı. Şüphesiz ki bundan en büyük hazzı oyuncular ve koç Nelly alıyordu. Sezon bittiğinde ise bu Amerikan rüyası gerçeğe dönüşmüştü. Golden State Warriors, We Believe Warriors’a dönüştükten sonra 26 maçta 21 galibiyet elde ederek playoffa son sıradan da olsa girmeyi başarmıştı.

· Buraların Takımı Dallas Mavericks
Hikayemizin diğer kahramanı ise Dallas Mavericks. Bu takımın hikayesini anlatmak için bir cümle yeterli olacaktır: Çok güçlüler ve o sayede kazanıyorlar. Yine de ben Mavericks’in bu acı kuvveti nereden geliyor açıklamaya çalışayım.
Aslında bu takımın hikayesini kulüp sahibi Mark Cuban üzerinden okumak çok yanlış olmaz. Mark Cuban Dallas Mavericks’in sahibi olmasının yanı sıra pek çok girişime imza atan, kendisine ait medya kuruluşu olan bir milyarder. Adam kazanmayla kafayı bozmuş biri ve kafa bozukluğunun da hakkını vererek sürekli kazanan bir lider. Dolayısıyla spor gibi kazanma ve kaybetme kavramlarının çok net anlaşılabileceği bir mecrada da kazanmak onun için olmazsa olmaz. Dallas için bulduğu kazanma formülü de takımı zaman içerisinde üst düzey basketbolcularla donatmak. Çünkü kendisinin inancı şöyledir: İyi basketbol iyi basketbolcularla oynanır.
Cuban 2000 ylında Dallas Mavericks’i satın aldığında takımın başında ligin en önde gelen koçlarından biri vardı (Adını daha sonra açıklayacağım). Cuban öncesi ligin son sıralarına demir atmış Dallas bu koçla beraber ligin en kuvvetli takımlarından biri haline dönüşüyordu. Her ne kadar bu koç 2005 yılında görevinden ayrılsa da 2007 yılında Dallas’ı ligin ağır favorisi haline getiren oyuncular da hep bu koçla beraber en iyi hallerine kavuşmuştu.
Bu oyunculardan biri Josh Howard’dı. Takımın 3 süperstarından biri olan Howard takıma hem hücumda hem de savunmada büyük fayda sağlıyordu. Hücumda yaklaşık her maç 15 sayı atıp savunmada da rakibin en güçlü oyuncusunu tutuyordu. Takımın savunma spesiyelistiydi. İkinci süperstar Jason Terry yine takıma bu koç döneminde dahil olmuştu. Terry, takımın hücumda sayı yükünü çekiyordu ve dönemin en önde gelen 3’lükçülerinden biriydi. Takımın 1 numaralı ismi ise Alman efsane Dirk Nowitzki’ydi. Dirk yine bu teknik isim yönetimi altında oyununu olgunlaştırıp ligdeki en önemli 2-3 oyuncudan biri olmuştu ve o yıllarda formunun zirvesindeydi. Bir önceki yıl NBA All Star 3’lük yarışmasını kazanmıştı. Bu sezon ise tüm ligdeki en değerli oyuncusu (MVP) olarak seçilme başarısına nail olmuştu.
Dallas Mavericks bu 3 yıldızı ve onları tamamlayan diğer oyuncuları sayesinde 2006 & 2007 sezonunu 67 galibiyet 15 mağlubiyetle bitirerek ligin en iyi derecesini elde etmişti. Zaten geçtiğimiz yıl da Batı Konferansı şampiyonu olarak ne kadar güçlü olduklarını herkese göstermişlerdi. Bu sezon ise tek bir hedefleri vardı. Batı Konferansı şampiyonluğunun bir adım daha ötesine giderek NBA Şampiyonu olmak.

· Bölüm Sonu Canavarıyla Bölüm Başında Karşılaşmak
NBA kuralları gereği Batı Konferansı playofflarına son sıradan giren Golden State Warriors, ilk sıradan giren Dallas Mavericks ile eşleşmişti ve doğal olarak eşleşmede elenmesi beklenen taraf olarak gösteriliyordu. Zaten buraya kadar okuduysanız bunun temel sebebinin aradaki güç farkı olduğunu anlamışsınzıdır. Ama ben görünenin ötesine geçip Golden State’i bekleyen iki handikaptan daha söz etmek istiyorum.
Bu handikapların ilki basketboldaki skor sayısı. Bir sporda veya oyunda toplam skor sayısı ne kadar fazlaysa güçlü ekibin kazanma şansı o kadar yüksektir. Örneğin futbol gibi düşük skorlu bir sporda underdog takım bir gol atıp sonrasında 90 dakika savunma yaparak müsabakayı kazanabilir. Ama basketbol gibi yüksek skorlu bir oyunda anlık yükselmeler kazanmak için yeterli olmaz. Tüm maç boyunca yüksek performans göstermek zorundasınız.
İkincisi ise playoff sistemi. NBA playofflarında takımlar toplam 7 maç yaparlar ve bu maçların 4’ünden galip ayrılan taraf seriyi kazanan takım olarak bir üst tura çıkar. Üstelik favori olan takım kendi seyircisi önünde 1 de fazla maç oynar. Bu format da doğal olarak favori olmayan takımın alehine bir durum oluşturur. Çünkü şans eseri kazanılan 1 müsabaka onlara hiçbir fayda sağlamaz. Bu durumu okuduğunuz rekabet özelinde sayısalcı arkadaşlarım için şöyle açıklayabilirim. Eğer x’e toplam maç sayısı dersek, f(x)=1/(x+4) fonksiyonunda limit 7’ye giderken elde edeceğimiz sonucu Golden State Warriors’un 7 maçlık bir Dallas Mavericks serisini kazanma oranıyla eşdeğer tutabiliriz. Sözelci okurlarım için de diyebilirim ki Golden State Warriors’un bu seriyi geçmesi bir devenin karşısına çıkan bir hendeğin üzerinden atlamasından daha zor. Benim gibi eşit ağırlıkçı arkadaşlarım da iki açıklamadan kendisine yakın geleni seçerek ilerleyebilir.
Konumuza dönecek olursak işte tüm bu sebeplerden dolayı Golden State Warriors bu turu geçmek istiyorsa inanç gibi spiritüel kaynaklardan kendine ruhani bir güç devşirmeliydi. Bahsettiğim ruhani güç için gerekli motivasyonel kaynakları da somut gerçekliklere dayandırmalıydı. Golden State Warriors’ın yaptığı da tam olarak buydu. İlk olarak tüm camia bu turu geçebileceğine inandı. Sonrasında da bu inancı her zaman diri tutmak adına 3 gerçekçi gerekçe buldu.
Bunların ilki kulüpteki pozitif havaydı. Ekip “We Believe Warriors” takımına dönüştükten sonra inanılmaz bir seyirci desteğine kavuşmuştu. Tüm oyuncuları sağlıklı ve son 10 maçta %90’lık bir kazanma oranına ulaşmışlardı. İkincisi, Golden State’in run&gun basketbolunun Dallas’a ters gelmesiydi. Öyle ki normal sezonda Warriors, Mavericks’i iki kere mağlup etme başarısı göstermişti. Üçüncüsü ise Dallas’ı elit sınıfa çıkaran, takımın süpertarlarını Dallas’a katan ve yukarıda adını daha sonra açıklayacağım dediğim koçun Don Nelson olmasıydı. Don Nelson Dallas’ta uzun yıllar çalıştığı için başta Nowitzki olmak üzere tüm takımın zaaflarını dolayısıyla da seri boyunca rakibin neresine saldırması gerektiğini çok iyi biliyordu.
Tüm bu bilgiler ışığında Dallas Mavericks’in gücüyle, Golden State Warriors’un inancının karşı karşıya geldiği 2007 NBA Playoffları Batı Konferansı ilk tur eşleşmesine geçiş yapıyorum.
-1. Maç – 22 Nisan 2007: Birinci maçlar her zaman çok kritiktir. Çünkü tüm serinin tonunu bu maçta belirler, rakibe ilk göz dağını bu maçta verirsiniz. Golden State Warriros da bunun bilincindeydi. 48 dakika boyunca adeta “Tamam belki playoff’a son sıradan girdik ama bize saygı duymadan bizi geçemezsiniz” mesajını verdi sahadaki bütün oyuncular. Özgüvenleri çok yüksekti. Bunun başlıca sebebi de tabii ki Don Nelson’dı. Don maçtan önce “Biliyorsunuz, Dallas’ı eleyeceğiz! Ona göre oynayın” demişti oyuncularına. Ayrıca bu eşleşme belli olduğundan beri oyuncularına Nowitzki’nin zayıflıklarının neler olduğunu öğretmeye başlamıştı. Bu konuyla ilgili Stephan Jackson daha sonraları “Nowitzki’nin bütün hamlelerini bize en başından söylemişti. Böylece onu savunabildim. Don bu konuda bize inanılmaz katkı sağladı” açıklamasını da yapacaktı. Bu dokunuşlarla beraber Golden State Warriors ilk maçı deplasmanda 97 – 85 kazanarak ev sahibi avantajını eline geçirdi. Takımın yıldızlarından Baron Davis 33 sayıyla sahanın en skorer ismi olurken diğer cephede Nowitzki sadece 14 sayıda kalmıştı.
-2. Maç – 25 Nisan 2007: Dallas için kağıt üzerinde olmasa da psikolojik anlamda tamam ya da devam maçıydı ikinci maç. Kendi seyircisi önünde 2 kere üst üste kaybetmenin faturası kolay kolay ödenir cinsten olmazdı. Mavs de bunun bilinciyle hazırlanmıştı ikinci maça. Ne var ki inanmış bir Golden State’i sindirmek o kadar kolay olmayacaktı. İlk yarı bittiğinde Dallas sadece 2 sayı öndeydi ve herkesin aklında acaba soruları dönmeye başlamıştı. Ne var ki ikinci yarı başladığında favori takım kimsenin aklında bir soru işareti bırakmayan bir oyun sergiledi. Son düdük çaldığında da üç süper starının toplam 73 sayısıyla beraber maçı 112 – 99 kazanmış ve seriyi 1 -1’e getirmişti. Daha da önemlisi Dallas koçu Avery Johnson Nowitzki’yi pota altından uzun forvet pozisyonuna çekerek onun etkili olabileceği bir formül bulmuştu. Bu hamle uzun soluklu seride bir maçlık galibiyetten çok daha değerli olabilirdi.
-3. Maç – 27 Nisan 2007: Üçüncü maçla beraber seri Golden State Warriors’ın evine taşınmıştı, böylece 12 yıl sonra Oracle arenada bir playoff maçı oynanacaktı. Artık büyük özlem son bulacak ve binlerce Warriors taraftarı sonunda büyü bozuldu diyerek derin bir nefes alacaktı. Salonda ise her yer sapsarıydı. Herkes Warriors organizasyonun dağıttığı üzerinde “We Believe” yazan tişörtleri giyiyordu. Bazı seyircilerin elinde “Tüm dünyayı şoka uğratacağız” yazan pankartlar vardı. Ön sıralar yine 2007 model Warriors’ı yakından izlemek isteyen ünlülerle dolup taşıyordu ve tabii ki Paul Wang tribündeki yerini alıp “We Believe” diye haykırmaya devam ediyordu.
Tüm bu yoğun hislerle bezeli bir ortamda başladı 3. maç. Warriors seyirci desteğini de arkasına alarak sert bir savunma ve coşkulu bir hücumla başladı maça. Aslında bu betimleme Warriors’ın tüm iç saha maçları için geçerli olacaktı. Hatta Stephan Jackson bunun için “Seyirciler bizi daha iyi olmamız için itiyordu. Bizim oyunumuz da onları ateşliyordu. Her top içi yere atlıyorduk, birbirimize bağrıyorduk, gülüyorduk, dans ediyorduk. Bu atmosferle beraber basketbol oynarken çok keyif alıyorduk” demişti. Her ne kadar Dallas süper starları bu coşkuya direnmeye çalışsa da görev adamlarından yeterli desteği alamayınca 3. maçı 109 – 91 kaybetmişti. 29 Nisan 2007’deki 4. maç da bir önceki müsabakadan farklı geçmemişti. Yine coşkulu We Believe Warriors takımı Dallas’a şans tanımamış ve bu sefer de 103 – 99’luk skorla sahadan galip ayrılmıştı. Üstelik Nowitzki’nin 23 sayı 15 ribound’luk performansına rağmen...
-5. Maç – 01 Mayıs 2007: Beşinci maç artık sadece psikolojik anlamda değil kağıt üzerinde de tamam ya da devam maçına dönmüştü Dallas için. Zaten 3 - 1 geride olan Mavericks bir maç daha kaybederse havlu atıp 2006 & 2007 sezonunu buruk bir şekilde noktalayacaktı. Ne var ki bu kaybedecek bir şey kalmadı psikolojisi Dallas’a yaramış ve maça bu seride hiç olmadığı kadar agresif başlamışlardı. Daha ilk çeyrekten farkı çift hanelere çıkarmayı başaran Dallas tüm maç üstünlüğünü sürderebilmişti. Playofflarda yazılı olmayan görev adamları deplasman maçlarında suskun kalsa da iç sahada oynanan maçlarda takımına katkı verir kuralı da devreye girince Mavericks 7 oyuncusunun çift haneli skor bulduğu maçta Golden State’i 118 – 112 yenerek skoru 3-2’ye getirmesini bilmişti.
-6. Maç – 03 Mayıs 2007: Sanıyorum bu maç Golden State Warriros taraftarının en umutlu, en inançlı olduğu maçtı. Çünkü henüz tarihte 7 maçlık sistemde son sıradan playoffa giren takım ilk sıradan giren takımı eleyememişti. Kendi takımlarının ise bu yargıyı değiştirmek için önlerinde son bir 48 dakika kalmıştı. Bu farkındalık da onların ateşini daha da harlamıştı. Yine sarı tişörtleriyle “We Believe” diye bağrırken bu sefer bir adım daha ileri gidip rakip takımın patronu olan Mark Cuban’ı tribüne sokmayacak kadar aşka gelmişlerdi. İlk 5 maçta aralarında husumet bulunan Cuban ne zaman soyunma odası koridorundan salona girse 20 bin Warriors taraftarı bir ağızdan “Cuban Sucks” yani “Cuban berbattır” diye bağırmaya başlıyordu. Cuban yıllar sonra katıldığı bir programda o anları gülerek şu şekilde aktarıyordu: “Ne zaman soyunma odasından salona adım atsam bana hakaret etmeye başlıyorlar geri çekildiğimde susuyorlardı. Bu 2-3 kere yaşandı. O sırada oyuncuların bile burada ne oluyor diye kafası karışmıştı”.
Sanıyorum bu anekdot Warriors’ın adanmışlığını anlatmama yardımcı olmuştur. Warriors yine 48 dakika savaşmış ve üçüncü çeyrekle beraber farkı açmaya başlamış sonra bir daha da ardına bakmadan tam 25 sayı farkla (111 – 86) Dallas’ı evine göndermiş ve spor tarihinin gördüğü en büyük mucizelerden birine imza atmıştı. Bunu yaparken de rakibin süper starı Nowitzki’yi sadece 8 sayıda tutmayı başarmış hatta ilk 5 oyuncularının hepsi Alman efsaneden daha çok sayı bulmayı başarmıştı. Nowitzki de bu hayal kırıklığı ve kızgınlıkla maç sonunda eline geçen bir sandalyeyi Oracle arenanın duvarlarına fırlatarak orada büyük bir delik açmıştı. Warriors ise hala o deliği kapatmayarak o duvarı We Believe takımının bir sembolü haline getirmiştir.

· “Bizimkisi Bir Underdog Hikayesi”
Kayahan
Spor kendi içinde fena halde bilinmezlikler barındırır arkadaşlar. Rekabetlerde çoğu zaman kazanması beklenen favori bir taraf olsa da spor, underdog tarafa da mutlaka son bir söz hakkı tanır. İşte bu yüzden bir rekabetin nasıl sonlanacağını kesin olarak bilmek neredeyse imkansızdır; ve yine işte bu yüzden milyonlarca insan bahis sitelerinde paralarını kaybetmektedir.
Ama pozitif taraftan bakacak olursak bu underdog hikayeleri bizi spora aşık eden olaylar arasında en tepede yer alır. En azından benim için bu böyledir. Bu takımların başarısını büyük bir tebessüm ve çoğu zaman dolu gözlerle izlemişimdir. “We Believe” Golden State Warriors’a da bu alandaki en benzersiz örneklerden birini bizlere sunduğu için çok teşekkür ederim.
Son olarak başlıktaki kelime oyunum için de Kayahan’ın affına sığınıyorum 😊
Comentarios